Kısa Bir Hikayeydi Unutmak



Uzaktaki dostun mesafe bilmeyen düşleri kayıtsız bir zaman gibidir.
Kar yağınca aklıma ilk o gelir ve onu karlı bir gece değil,
karlı bir sabah uyandırmaktır isteğim.


Bir dakika sonra ne yapacağını dahi önemsemeden oturuyordu. İkindi güneşinin ışıkları, közleşmiş ateşin hareleri gibi camlarda parlıyor ve içerideki toz zerrelerini yakarcasına yayılıyordu bu sükûnet ile kaplanmış çay ocağında.

Saçlarını geriye taradığından olsa gerek alnı daha belirginleşmişti. Gergin bir hali vardı, düşünceli bir insan ancak bu kadar kendini belli edebilirdi. Meşeden imal edilmiş koyu kahverengi ahşap kare bir masa, masanın birer metre etrafında sandalyeler yan yana sıralanmış, kapıdan içeri girildiğinde normalde bir boşluk olması gerekirken bu çay ocağında o boşluğu masa ve sandalyeler doldurmuştu bir de gizli bir sessizlik...

Önünde iki yana açılmış bir gazete, sağ eli şakaklarına dayalı, düşünceli bir şekilde oturuyordu.
Kapıdan içeri girdikten sonra pek fazla duraksamadan yanına yaklaşıp;

- Haberler can sıkıcı değil mi dostum?

- Evet fazlasıyla.

- Oturabilir miyim biraz dertleşiriz.

- Tabi buyur otur.

İsimler ile başlandı tanışmaya çoğu zaman böyle olur zaten, isimler olmaksızın tanımlamak istediğiniz şey hayali ve eksik kalacaktır. İlk tanışmamız böyle başlamıştı. Koyu bir muhabbet eşliğinde çaylarımızı içerek devam ettik dilimize gelip de çoğu zaman vazgeçtiğimiz sözleri de cümlelerimize katarak. Sorularıma devam ediyordum.

- Okul bu sene bitti galiba üniversite sınavından bahsettiğine göre?

- Evet yeni bitti ya senin?

- Benim de bu sene bitti ve neler yapmam gerektiğini, üniversite okumanın sorularıma hangi cevapları verebileceğini kestiremiyorum doğrusu. Sadece bilgi ile yüklenmek tecrübeleri unutturuyor ve sabit fikirli insanlar meydana getiriyor sonuç olarak bunu görebiliyorum.

- İnsanın okuyarak öğrendikleri ile yaşayarak anladıkları arasındaki fark doğru orantılı olsa beklentiler azaltılabilirdi sanırım.

- Doğru söylüyorsun. Fakat öğrenmek başlı başına insana sonradan fark edeceği yükleri de beraberinde getiriyor.

- O halde çok fazla şeyi bilmemenin insanı hafifletip mutlu kıldığını mı söylüyorsun?

- Hayır sadece bu dünyadaki yolculuğu için elzem olacak şeyleri seçmesi gerektiğini, merakını, dirayetini olması gerekene odaklanmanın daha doğru olduğunu söylüyorum.

- Evet anlıyorum, bu anlamakla ilgili biraz da değil mi?

- Anlamak ve anladığın şeyi doğru anlatabilmekle…

…..

99’un Yazı

Asfalt yollar cayır cayır yanmakta. Siyah caddeler milyonlarca siyah izler taşıyor üzerinde. Yol kenarlarında sıcaklığın tozları birikmiş, ara sıra esen rüzgar süpürüyor tozları başka bir köşeye. Gündüzleri geceye ulayan hayatın görünmeyen vakitleri ve sesleri değil miydi?..

Evden dışarı çıkıp harçlığını çıkarmak için çalıştığı yere doğru yola koyuldum. Kısa bir süre sonra yanındaydım. Şarkılardan, sözlerden, kitaplardan bahsediyoruz ve aşk’tan, acılardan, yazdan, paradan-puldan.

İlhan İrem çalıyor kasetçalarda. İsminin “Dua” olduğunu öğreniyorum biraz sonra. Can sıkıntısı gidiveriyor ruhun seyr ettiği tınılar duyulunca. Ve hisler…

İnsan mutlu hayaller kurmaya görsün, sıkıntıların üst üste gelmesi gibi mutlulukların da art arda gelmemesi ne ile açıklanabilir ki?.

Kasetçalardan cızırtılı sesler geliyordu, elini uzatıp kaseti çıkarmaya çalışıyordu. Birden "hay ben senin" deyip çekip kaseti eline aldı. Kasetin sardırdığını anladım. Kaseti yeni almıştı ve olacak iş değil diyerek hayıflanıyordu.

- Boş ver be kardeşim takma kafana. Düzeltebilir miyiz bir bakalım belki bozulmamıştır.

Bozulmuş şeylerin tamiri insana ferahlık veriyordu, biraz uğraştıktan sonra kaseti çalışır hale getirmiştim. Bu esnada caddenin karşısındaki çay ocağından diafonla iki çay söyledi "İki çay biri demli…"

Çekmecesinden bir kitap çıkarttı Sezai Karakoç’un “Diriliş Muştusu”. İkinci bir kitap daha çıkartmıştı çekmeceden “Ebu Zer” Hakan Albayrak kitabı. Sonra, Yitik Cennet, Diriliş Neslinin Amentüsü, Yusuf ile Züleyha... Yazmanın, kayıt düşmenin, devrimci olmanın dilinden bahsediyorduk ve biraz da aldanıyorduk heyecanlarımızın birden alevlenip sonra küle dönmesine bakakalarak.

- Ben diyorum ki; derdi olanın sözleri tesir eder, derdin galabe çalmadığı anları mutluluktan mı saymalı yoksa bizlerin dert diye bildiğini kimileri derman mı kabul ediyor? Derman eşittir mutluluk! Eğer öyle olsaydı savunduklarımız anlamsızlaşırdı.

- Dua’nın ve yaptığımız şeylerin değerine bakmalı. Bak burada günlerin geçmesine kayıtsız kalırsak ne duamız kalır ne de yapmak istediklerimiz gerçekleşir. Söze girdim ve “evet” demenin farkına sanki o zaman varıyordum.

- Dostum o halde yazalım içimizden geldiği gibi. İnandıklarımızı inanmadıklarımızı pekiştirmek için. Örneğin yapmak isteyip de şuan yapamadığın neler var?

- Tiyatro eğitimi alarak iyi bir oyunda oynamak mesela. Bununla birlikte elbette iyi bir yapımcı olmak var hayalimde.

- Umarım istediğin şekilde olur. Tiyatro sinemadan daha etkili değildir belki ama akılda kalıcılığı ile sinemadan daha farklı bir amaca hizmet ediyor. Sen de bilirsin ki, zor olanı istemek sabır ister.


2001’in Kışı

Bu şehre her kış geldiğinde diğer tüm mevsimlerden farklı olarak kendimi daha dalgın ve teskin edilmiş hissediyordum. Üsküdar’ın deniz seviyesinden yukarı doğru çıkıldıkça keskinleşen görüntüsü, her kar yağdığında daha da berraklaşıyor ve yüzyıllar önce yapılmış bir yağlı boya tablosuna bakar gibi gözümün önünde gitgide destansı bir masala dönüşüyordu. Tam da öyle bir günde ceplerimizde birer samsun 216 paketi ve dudaklarımızda da tüttürdüğümüz sigarayla yürüyorduk. İstanbul’un mevsimleri iç içe geçmiş günlerini unuttururcasına kar yağıyordu caddelere, sokaklara ve çatılara. Açık bir mekan arıyorduk. Ayaklarımız buz tutmuş ve yorgun düşmüştük, ideallerden mi yoksa yürümekten mi bilemediğimiz...

Şiirler ezberliyor, geziyor, hayatı kayda değer her şeyini kayıt altına almaya çalışıyorduk. Geçmişi geleceğe bağlayan her anın farkında değildik elbet ama kendimizi tanımak için yürüyorduk zamanın ve mekanın bahaneleriyle...


2003’ün Baharı

İçilen çayların ağzımızı bozan tadını üç şekerle dengelemeye çalışırken söyledim: “Sorular yormamalı bizi eğer inandığımız bir cevap varsa.” ve devam ettim.

- Bana öyle bir kelime söyle ki, bildiklerimden öte şu anki halini anlayayım.

Uzunca bir sessizlik…

- Mahcup ama mağrur. Ya senin kelimen nedir?

- Özlemek…

Öyle günler oluyordu ki, haberleri izlemek, içinden çıkılması çok zor bir problem oluveriyordu. İyi haberlere ihtiyacımız vardı. Soğuklar geride kalmış yalnızlığın ve mahcupluğun buzları çözülmüştü.

“Yalnızlık, sigara külü kadar yalnızlık. Ve toprağın rüyaya yılan gibi girişi.”

Akşamları buluşurduk genelde. Haber Saati’ni kaçırmamak için hep gittiğimiz, yüzümüzü mekana okuttuğumuz çay ocakları ve kıraathaneler oluyordu. Git gide azalıyordu mahcupluğu dostumun fark ediyordum. Onun yerine, azim, hırs, mücadele ve en önemlisi “Diriliş” kelimesi yerleşiyordu gözlerindeki parlaklığa bakınca…


2005 Sonbahar

İstediği olmuştu. Bir tiyatro grubu kurdu ve büyük bir ilgi topladı oynadığı oyun ve karakter. Şiirler ile replikler iç içeydi artık. Eskisi gibi bir araya gelemiyorduk ama şikayetçi de değildim. Ben de yazmaya devam ediyordum. İlk bakışta istediklerimiz olmuş gibiydi ama arayışlar beklentilerimizin boyunu geçmişti bir kere. Askerliğimi yapmak için İstanbul’dan ayrılmıştım uzun bir süre görüşemedik…

Uzaklıklar, -mesafeler değil gitmelerin verdiği düşüncelerle- unutulan hikayeleri hatırlamak için tasarlanmış oynanması güç oyunlardır. Hep uyuyakalırsınız ve her zaman yeniden denemek istersiniz.

Hangi mevsimin hangisinden sonra geldiğini, beklemek çırası oldukça kim unutabilir ki…


Yasin Onat

Yorumlar

Popüler Yayınlar