Söylemeden Konuşmak



Konuşmanın alelade bir iş, yetenek veya ihtiyaç olmadığını, dil ile dudakların konuşmanın gerçekleşmesi için birlikte hareket etmesi gerektiği bilinci ve bir yandan da sadece talim ile anlatılarak kazanılan bir şey olmadığını hatırlamak… 


İnsan, doğduğu günden başlayarak, ağır aksak ve kimi zaman da çeşitliliğine aldırış etmeden, kodlanmış ve kendi varlığında saklanmış olanı keşfediyor. Duyu organları ve hislerin yardımıyla öğreniyor ve tüm seslere dâhil oluyoruz. Bu seslere, en yakınlarımız kimler ise rol model olarak yeni sesler katmakta. Kendine has olanı bir zaman sonra yakalayana kadar bu böyle devam ediyor hepimiz için.



Siz hiç söylemeden konuştunuz mu?
Veyahut söylemeden konuşan bir varlıkla hiç karşılaştınız mı?

Üzerine düşünüldüğünde yukarıdaki sorulara verilmesi muhtemel cevaplar; şuana kadarki hayatımızda fark edebildiğimiz nadir anların ve uyanışların yardımıyla, öncelikle neler ile muhatap olduğumuzu gösterecektir bizlere. İster buna insanın kendisiyle konuşması denilsin, isterse lisanın müşahhas özelliğiyle sessizce vuku bulması.

Söylemek ve dinlemekten önce kaçırılmaması elzem olan nokta, okumaktan ne anladığımız olsa gerek hiç şüphesiz. Göz ile kaydedip dil ile seslendirdiğimiz, kalem ile yazılmış veya başka bir nesnenin kalem yerine kullanılarak yazdığı onca levhayı/sahifeyi anlama çabası değil midir okumak? Birilerinin bize sunduğu veya hazır hale getirdiğini hesaba katmadan, okumanın bize söylediğini, tüm âlemi anlama ve algılama çabası ile bizi söylemeye yönelten saikleri uzun uzun düşünebilmek değil midir aslolan... İnsan önce kendini okuyarak/bilerek tanımlar dünyadaki yerini. Kendini bilenin söyleyecekleri konuşacaklarından daha fazla yer tutar şu gök kubbede...

Ağaçlar söylemeden konuşurlar. Dağlar, denizler, güneş, ay, bize ulaşan veya elimizin uzandığı tanıdığımız ve henüz tanımadığımız nesneler. Filhakika insanlığın azımsanamayacak bir kısmı da suskunluğu ile diğer insanlara birçok şey söylemiş oluyor aslında. Söylemler ve söylemsizlik, varlıklar arası iletişimin sağlanmasında ve devam ettirilmesinde ne kadar önemli ise insanın suskunluğunu anlayabilmek de bir o kadar önemli. Salt bir suskunluk halinden bahsetmek değil elbette belirtmiş olduğum bu önerme. Konuşulanların dönüp dolaşıp ikameti değişmeyen sessizliğe eşitlenmesi, her sözün/sesin aslında ihtiyacı olana rücu etmesi diyebiliriz.

Lisanı hâl. Gözlerin konuşması, gönüllerin hissetmesi ve tavrın kendiliğinden dile gelmesini bir nevi söylemek olarak kabuk edersek, seslere verdiğimiz önemi sessiz olanlara da verebilmeliyiz. Burada sessizliği ne ile algılayacağımızdan daha çok nasıl anlayacağımız önemli. Sessizliği, seslerden anlamak mümkün fakat "efradına cami, ağyarına mâni" olanı, kendi sesini diğer tüm seslerden ayırt edebilmek olduğunu düşünüyorum. Öyle ki, insanın kendi sesi ile diğer sesler ayrışmakta. Bu ayrışma sonucu frekansların uyumluluğu ile kendi sesimize ahenk katabilecek sesleri arıyoruz daima. Kendi sesimizden kasıt ekseriyetle dış ses olmayandır, içimizdeki yankısız sestir bizi konuşturan, söyleten.

Sessizlik, duyamadıklarımız mıdır yoksa söyleyemediklerimizin duyulmasını gayri ihtiyari istemek mi? Dış sesler, modern addedilen bu zamanlarda bizi öyle yoruyor ve etkiliyor ki, içimizdeki seslerin sigaya çekildiğini ve iç sesimizin sanki başkalarına ait bir sese dönüşebilme riskini fark edebiliriz, dikkatleri kendimize yöneltebilirsek eğer. Başka sesler, söyleyeceklerimize yine başkalarının iyiliği için tesir ediyorsa, konuşmanın zemini sağlama alınmış demektir.  Zaman zaman istemsizce kendimize sakladığımız mahirlikleri, söylemeden konuşmanın imkânıyla paylaşabiliriz belki de

Çok sesli bir dünyada sessizliğin ve sükûnetin değerini yeniden fark edebilmek için... 

Yasin Onat

8 Temmuz 2020 Fatih

Yorumlar

Popüler Yayınlar