Trendeki Yalnızlık

Tren garının önünde bekleşen kalabalığın arasına karıştı. Fark edilecek kadar iri, fark edilmeyecek kadar silik bir yüzü vardı. Birkaç haftadır kesilmemiş sakalları yüzündeki ifadeyi daha da derinleştirmişti. Yüzündeki gölgeler yaraya benziyordu. Düzensiz çıkan sakalların etkisiyle olacak ki eliyle sıklıkla yüzünü kaşıyordu. Aldırışsızlığı yüzünden, yüzüne bakanların kendisini deli diye nitelendirmesi kaçınılmazdı.

Güneşli bir günün sabahında tren garının içinde yalnız ve morali bozuk her insan gibi insanları süzüyor, ona doğru gelen kalabalığa merakla bakıyordu. Merak olmasa zaten insan yaşamını devam ettirmede güçlük çekerdi yalnızlık hallerinde. Bunun bilincinde olmayarak sağa sola bakıyor, kayan cisimleri -ki bunlar elbise yığınlarıdır- yakalama telaşında olmasa bile, garip bir şekilde keşfine devam ediyordu. Güzel kokular mı yoksa güzel elbiseler mi daha fazla dikkat çekiyor emin değildi. Gençler, çağıldayan bir ırmak gibi taşıyorlardı kendi aralarında. Tren garı bu saatte böyleydi. Zira Diyarbakır, Eskişehir, Ankara ve Karadeniz trenleri art arda geliyordu. İyi bir zaman seçmişti kendisine yola çıkmak için. Elini cebine attı, yol arkadaşı olan sigara paketini çıkardı, bir tanesini aldı, yakmak için boşta kalan eliyle ceplerini arandı, çakmağı yine evde çekyatın üzerinde unutmuştu, bir küfür savurdu içinden. Sadece dudağı kıpırdadı. Yanından geçen sigaralı bir adamdan ateşini istedi, adam izmaritini kendisine uzattı, yürümesi bölünmesin diye ‘Atarsın.’ dedi ve uzaklaştı. Teşekkür edecek zamanı bulamadı adama. Elindeki izmariti yüzüne doğru yaklaştırırken, boynunu hafif eğdi. Bu durum dışardan da alışılagelmiş bir görüntü arz ediyordu, aslında arz etmiyordu ama alışıldık bir durum olduğundan görmezden geliniyor, es geçiliyordu. Sigarasını yaktıktan sonra izmariti yere atıp ayağıyla çiğnedi, çiğnemese de olurdu ama yangın çıkmasın telaşı ta ilkokuldan bu yana zorla öğretilmişti ona, bu yüzden alışkanlıkları onu her defasında takip ediyordu. Yoksa küçük bir izmarit betonu yakamazdı, etrafta kuruyan otlar da yoktu, şehrin bu bölümünde ot görmek mümkün değildi, bir eski zaman ağaçları gözüküyordu uzaktan, o kadar... Ağaçların olmaması üstüne üstlük hiç fidan dikilmemesi ilkokul muallimi Hayri Bey tarafından her orman haftasında eleştirilirdi. Nazik bir dille eleştirildiğinden kimse fidan dikmiyordu ve Hayri Bey’in eleştirileri bir kulaktan diğer kulağa geçiyor oradan bilinçaltının derinliklerine varıyordu. ‘Hayri Bey bizi topluma kazandıracağına ne kadar inandırmıştı.’ diye düşündü. Topluma kazandırılmış birey olmanın ilk heyecanını hiç tadamadığı için Hayri Bey’in yenildiğini düşündü. Belki de haksızlık ediyordu Hayri Bey’e; çünkü sigarasını ayağıyla ezmişti.


Sakarya treni yarım saat sonra kalkacaktı. Oturarak yolculuk etme telaşı, yolcuların erken gelmesini sağlamıştı. Zorunlulukların bu denli hayatımızı etkilediği malumken kendisinin de erken gelme sebebi olarak bu gösterilebilirdi fakat böyle olmadığını, kendi iç dünyasında çok daha açıklanamaz sebeplerin olduğunu biliyordu. Yalnız, dile getirdiği bir şey vardı durumuyla ilgili olarak; hep söylediği bir şey: Asıl sebep, arayışlar içinde olmamdır.!

Oyunu kuralına göre oynamak ya da oynamamak sorunu onu ikileme düşürmüştü. Seyrekleşen garda sigarasını bitirdi. Bank olsa oturacaktı, tren garlarında pek bank olmadığı için bu isteğini gerçekleştiremedi. Yorulduğunu hissetti. Şimdiden trene binmek de pek cazip gelmediğinden garın ön tarafındaki büfede çay içmeye gitti. Garın önündeki büfe -uğursuzluk mudur nedir- hep boş masalarla doluydu. Denize en yakın masaya oturdu. Garson onu görünce sanki onun yanına gitmiyormuşçasına hemen oturduğu masanın yan tarafındaki masayı beziyle silmeye gitti. Garsonla göz göze geldiklerinde ‘Bir çay!’ dedi. Garson başıyla ‘Peki’ işaretini yaptıktan sonra, masayı silmeyi bırakıp büfeden çayı almaya gitti. Çay iki dakikada önündeydi. Çayı getiren garsondan ateş istedi. Sigarasını yakarken paketi garsona da uzattı garson kibar bir şekilde ‘Sağol kullanmıyorum.’ dedi. Garsonların müşteriye gülerken genellikle içinden başka düşünceler geçirme ihtimalinin yüksek olduğunu düşünürdü.

Denizde hareket eden maviye ondan sonra da denizi süsleyen martılara baktı. Vapurlar da karşı kıyıya yolcu taşıyordu. Vapurların ardında ilerleyen bir martı sürüsünü görünce aklına simit geldi. Kaç senedir bu şehirde yaşamasına karşın hiçbir zaman martılara simit atmamıştı. Bir keresinde tam atacakken vazgeçip simidini kendi yemeye koyulmuştu. Şimdi bu düşünce onu eziyor ve yalnızlaştırıyordu. Garsondan bir simit istedi. Çayı yarılamıştı, simit gelince ikinci bir çay daha istedi. Garson istediği ikinci çayı da getirmişti. Simitle çayı bitirdikten sonra saatine baktı. Trene binmesine 15 dakika kaldığını görünce yediklerinin parasını garsona verdi ve ‘kolay gelsin usta’ dedikten sonra garın ön kapısından içeri doğru yürüdü. İnsanların çeşitli yönlere gittiği garın bilet kesilen yerinden geçip trenlerin bulunduğu yere vardı. Son vagona bindi. İnsanlar yerleşmeye çalışıyordu. ‘Muhtemelen uzak yolculuğa çıkıyorlar’ diye düşündü. Torbaları ve çantaları yerleştiriyorlardı. Bu vagonda çocuklu bir aile vardı. Onları şöyle bir süzerken, tek başına oturanlar ikişer koltuktan hesap edilirse sekiz koltuğu işgal etmişti. (Trenlerde hep böyledir. İlk önce boş koltuklar aranır, eğer yoksa yalnız oturanların yanına ilişiverilir ya da tedarikli çıkarsanız yola; iki kişi yolculuk edersiniz, böylelikle yalnız oturanların yanına ilişmekten kurtulursunuz.) Oturduğu yerin karşısında evlenmiş bir çift oturmuş beklemekteydi. Tek başına yolculuk edenlerin elinde genelde ya bir kitap ya da gazete vardı. Kimisi camdan dışarı seyrediyor, kimisi de çantasından gerekli küçük şeyleri çıkarıyordu. Maç yapmaya hazırlanan bir takımın futbolcuları gibi son eksiklikleri tamamlıyorlardı.

Vagonun en arkasına oturdu. Vagonda on sıra koltuk vardı, beşe beş karşılıklı sıralar halinde dizayn edilmişti. Eskiden koltukların hepsinin neden aynı yönde olmadığını düşünmüştü. Şimdi aynı şeyi tekrar aklına düşüren durum nedeniyle olayı çözümleyivermişti. Bu zekaya arkadaşlarıyla birlikte ‘pratik zeka’ ismini vermişlerdi. Vagonların her iki tarafı da kullanıldığından böyle dizayn edilmişti. Böylelikle tren koltuklarının yarısı daima lokomotifin gittiği yöne doğru olurdu. Yani denilebilir ki her halükarda trenin yarısı ters oturup yolculuk etmekten kurtulurdu. Çevre ile ilgilenmekten kendi derdini unutmuş gibiydi. “Çünkü çevre, insanın kendisini kendisinden uzaklaştırır. Goethe’nin de dediği gibi “her insan kendisinin ailesidir.” Büyük toplulukların kendine yabancılaşması da bu yüzden değil midir? Büyük şehirlerde bu denli çok insan yaşamasa, bu denli çok yüz ve imge görmesek geceleri daha az mutsuz oluruz. Çünkü kendimize olan ilgimizi bütün güne yayar böylelikle bir anda yoğunlaşmaktan kurtuluruz. Şehir insanının kendisine zaman ayıramamasından kaynaklanıyor olmalı bütün depresif ruh halleri... Gündüz unutuyor, gece hatırlıyoruz kendimizi.” Kendinden geçmişçesine hızlı hızlı bu cümleleri kuruyordu içinden.

Başını öne eğdi. Yapılacak son şey miydi ya da daha her şeyin başında mıydı bilmiyordu. Sadece bu onun ilk denemesi olacaktı. İnsanlardan dilenerek arayacak ve belki de bulacaktı. Söyleyeceği sözlere nasıl giriş yapacağını bilmemekle beraber daha önce kurgulayıp evde denemelerini yaptığı isteme şekillerini düşündü... En iyisi olayı somuta indirgemekti. Somut bir şey istenmediğinde insanlar soyut olan her şeye kendi göreceliğini katarlar. Kendi göreceliklerini kattıkları için de olayın ne ucu ne sonu mevcut olur. Uçlar bilinmeyen mecralara sürüklenir. En uygun yöntemin cebinde daha önce hazır tuttuğu keseyle istemek olduğunu düşündü. Bunu uygulamak için keseyi cebinden çıkarttı. Kesenin ağız kısmı hafif kirlenmiş ve çok kullanıldığından yıpranmıştı. Saatine baktı tren kalkmak üzereydi. Hatta lokomotif çalışır vaziyetteydi. Her an kalkabilirdi. Tren kalkmadan istemeye cesaret edemedi. İnsanları zor durumda bırakmak bazen hoşuna gidiyordu oysa biliyordu ki; kolaylaştırmak istediği ve yapması gereken bir şeydi. Tren kalkınca yolcular trenden inemeyeceği için, bir yöne aynı zorunluluklar çerçevesinde ve birbirlerini çekerek yolculuk etmek zorundaydılar.

Tren hareket etti.
Yavaş yavaş yerinden doğruldu. Vagonun ortasına başı yarı eğik yürüdü ve vagonun tam ortasına gelince durdu. İnsanlara baktı. Beyninden hiçbir şey geçmiyordu. Çıplak olduğunu hissetti bir an ve sonra hemen bu düşünceyi bertaraf etti zihninde. Yoksul, biçare ve çokça sebepsiz… Sonra trenin sesini bastırmak için sesini yükseltti: ‘İnsanlar!’ diye bağırdı. Bütün bakışlar ona yöneldi. Bakışların insanın üzerinde olması ne kadar rahatsız ediciyse o kadar rahatsız oldu. Bu rahatsızlık bir an korkuttu kendisini. Konuşmaya çalışıyor ama dili dönmüyordu bir türlü. Sonra ayarlanmış bir robot gibi konuşmaya başladı. ‘Bir sebep, bir sebep, Allah rızası için bir sebep!.’ Son cümlesi yankılanmıştı vagonda. Tekrar yüzlerine baktı birer birer. Kadınların ürkek durduğunu fark etti. Çoğunluk şaşkındı. Sesine yönelen bakışların bir kısmı yavaş yavaş eski durumlarına geri döndü, bazılarıysa pür dikkat ayakta duran ve bir dilenciden farklı ve yine bir delinin bakışlarıyla örtüşmeyen yüzünü inceliyorlardı. Kirli sakalına karşın elbise ve ayakkabılarının son derece iyi olması, onu dilenci olmaktan kurtarsa da bir kısım insan onu dilenci diye nitelemişti bir kere. Diğer bir kısım onun deli olduğuna karar vermek için sabırsızlanıyordu. Önlerdeki genç çiftten kadın olanı, eşine mırıldandı ‘deli’. Bu kelimeyi hissetmiş gibi o tarafa baktı. Kadın biraz geri çekilip eşine sokuldu. Kesesinin ağzını açtı ve en başa yöneldi. Hâlâ gözlerin bir kısmı üzerindeydi. En ön sırada yaşlı bir amca ile 15 yaşlarında bir çocuk oturuyordu. Onlara yaklaşıp kesesini uzattı ‘Allah rızası için yaşamak için bir sebep’ dedi olanca sevecenliğiyle. Yaşlı amca yavaş hareketlerle ceplerini karıştırdı ve ‘bozuk yok’ dedi. İkinci sırada oturanlara da aynı şekilde seslendi. Genç bir kadın ‘Allah versin kardeşim’ dedi küçümser bir vaziyette. Kadının gözlerinin içine baktı. Kadın ona boş boş baktı. Hiçbir his yoktu. Vagon içerisinde yürümeye devam etti. Beşinci sırada muzip bir delikanlı gülümseyerek ‘olsa dükkan senin’ dedi. Yüzünü kayıtsızca çevirip güldü. Bu oyuna müdahil olan ilk seyirci gibiydi bu muzip genç. Gazetesine dalmış bir yolcu kendisine bakmadı bile... Çocuklu olan ailenin önüne gelince kadın dilenciden yana başını uzatıp ‘Ne istiyormuş Muharrem’ diye sordu eşine. Adam ‘Anlamadım, hanım’ dedi tok bir sesle. Kadının kucağındaki çocuğa baktı. Çocuk yaşam kokuyordu, ama hâlâ sebep yoktu. Kaç dakika geçti bilinmez, vagondaki şaşkınlık yerini alışkanlığa bırakmıştı bile. 


Bazen alışmak, insanın gerçeği görmesini engelleyebiliyordu. Birden tüm gariplikleriyle ilgi çekici halini yitirmiş, onlar için olağanlaşmıştı. İçi burkuldu. Öteki vagona geçti, vagonun ortasında durdu. Tren lokomotifi acılı acılı düdüğünü öttürüyordu...


Yasin Onat

Yorumlar

Popüler Yayınlar